Yaşadığımız kasabanın tek şeritli ara yoluna girmemle, ayağımı yavaşça gazdan çekiyorum. Dışarısı serin ama yine de penceremi açıyorum. Sonbahara ait masumiyet tenime dokunsun, saçlarımı sevsin…
Az sonra, sol tarafta kütüphaneyi göreceğim. Bu kasabaya ilk geldiğimde –çok seveceğimi tahmin ettiği için belki- belki de bana dost olsun diye, taze kocamın bana ilk gösterdiği yere.
Bugün hala neden olduğunu anlayamadığım bir sebeple, kütüphanenin önünde arabamı durdurup aşağıya iniyorum. Hava soğuk ama gözlerim alev alev. Montumu giymeden, bu ateşle ısınarak arabamdan çıkıp, kütüphanenin merdivenine oturuyorum.
“Keşke sigarayı bırakmasaydım” diye geçiyor aklımdan. Hiç sevmediğim, haz etmediğim tutucu, sağlıkçı herkese inat, ciğerlerimde olması gerektiği söylenen temiz havayı üflüyorum dışarı. Buhara uzatıyorum elimi, kalsın istediğin sevgiliye “dur” diyemez gibi… Gülümsüyorum.
Bizim gibi yeni evli çiftler geçiyor önümden. Kim bilir nereye uğrayacaklar, kimin gözlerine gülecekler evlerine dönmeden. Kaykaylı küçük oğlanlar birbirlerine sevmek için küfür ederken, arkamdan gelen bir ses merdivenin tam ortasında oturmamam gerektiğini söylüyor. Hayatımda ilk kez insanoğluyla karşılaşmış bir canlı gibi, hem şaşkın hem temkinli bakıyorum bana “ne şekilde oturmam gerektiğini” söyleyen yaşlı kadına. Hem de sokakta…
Genç bir kız elime bir ilan tutuşturuyor. Kasabada yaşayan herkes yani “hepimiz” direnmeliymişiz açılması planlanan büyük Wall-Mart’a. Kız aceleyle bana; dışarıdan ne kadar fazla yabancı geleceğini, hem trafiğin hem de çevrenin zarar göreceğini, bizim “buralılar” olarak belediyeye başvurmamız gerektiğini anlatıyor. Gözlerim bembeyaz dişlerine bulaşmış simli pembe rujda, kızı dinliyorum. Duygularına ortakmışım gibi görünmek istiyorum. Onun kadar endişelendiğime inansın istiyorum, olmuyor.
Yavaşça doğruluyorum oturduğum yerden, pantolonumun arkasını bile temizlemeden, birkaç adım atıp geri dönüyorum. Elime tutuşturduğu kağıdı kıza geri uzatıp, “Bunu aldıracak biri için kullan” diyorum. Arabama geri dönerken, “keşke sigarayı bırakmasaydım” diye geçiyor aklımdan yine. Bunu söylerken elimdeki sigaradan bir nefes alıp, dumanı üfledikten sonra, izmariti yere atıp üzerine bassam “işe yaramazın teki” yerine, nasıl da bir Rock yıldızı gibi görüneceğimi düşünüyorum.
Eve dönmem lazım diye geçiyor aklımdan, okuldan çıkalı çok oldu. Ders çalışmam lazım, yemek yapmam lazım… Başımı çevirip kütüphaneye bakıyorum tekrar. Ne kadar güzel olduğunu düşünüyorum, tarihi ne kadar sevdiğimi.
Ama umursamıyorum…
Bilen bilir, yurtdışında yaşayanlar ya özenti ya da milliyetçi döner yurda. Bir kısım asla parçası olamayacağı toprakların özentisiyle, tarihinde büyük dedesine dair hiçbir şey olmadığı halde, sadece J harfine vurgu yapmakla olacağına inanıp, Amerikalı olmaya çalışırken…
Bazısı (benim yaşadığım dönemde) kendi vatanında olmayan her şeye kızıp, yurttaşlarını iyi temsil etmek için deli gibi ders çalışıp, döneceği gün için, artan paralarıyla ufak hediyeler koyar kenara sevdikleri için. Gurur, o akşamki partiye kaç ayrı Amerikalı tarafından davet edildiğiyle değil, kaç ayrı Amerikalı hocanın “Bu Türk öğrenci çok başarılı” demesiyle alakalıdır bazıları için. Yeni şeyleri Amerikalılaşmak için değil, Türkiye’de uygulamak için öğrenir.
İşte o ruh halindeyse insan, (O zamanlar demiştim değil mi?) zenginlik içinde, dünyanın en “harika” ülkesinde, hem cebi dolu hem de kalbini dolduran yanında yaşasa da…
Yaşadığı kasabaya neyin gelip gelmediğinden çok ilgilendirir Hürriyet.com.tr’nin manşet dahi olamayan haberi.
İşte bu yüzden, o akşam Sarhan’a yüzümde anlaşılmaz bir duygu ifadesiyle “Kendimi buraya ait hissetmiyorum” dediğimde, genzimi yakan Cranberry kokulu el kremimi peçeteyle elimden çıkarmaya çalışmamı hala hatırlarım. Genzimi yakan meyve kokusu değil vicdanımdı çünkü. Bu krem annemin eline değmiyorsa madem ve kardeşim çarşıya gittiğinde elini uzatıp alamıyorsa, ben böyle kokmamalıydım.
Belki de o yüzden, ya da fazla düşündüğümden, ülkeme döndükten sonra isteğim dışında tanıklık ettiğim her şey, boğazımı sıkan güçlü bir el gibi geldi bana. Okuduğum her haberde, izlediğim her görüntüde…
Zihnimin içinde kalmış ve vatanına sımsıkı sarılmış…
O akşamüzeri Westerly’de, kütüphanenin merdivenlerine çöküp kalan, eski öğrenci, yeni gelin kadın nefessiz kaldı.
Boynumdaki baskı, boğazımdaki el, dün akşam bana kendi soyduğu mandalinadan bir dilim uzatan oğlumun eli kadar gerçek…
Ve ben, kendi topraklarımda, vatanımda, bu tecavüzü yaşarken…
Ne gözlerimden yaş akıyor ne de bağırıyorum. Gözlerimi, zihnimi, bedenimi kirleten bu adama karşı bana ait son şeyi, onurumu korumaya çalışıyorum.
İşte bu yüzden ve en çok bu yüzden, Pazar günü Taksim Meydanı’ndaki görüntüleri izlerken, elim gayri ihtiyari boğazıma gitti. Alamadığım nefesi çaresizce aradım, gözlerim ekranda, sağa sola koşan çevik kuvvet ekibinde…
Gözlerim ekranda, aklım evde babasını bekleyen çocuklarda, kadınlarda, belki az önce atılmış “Gelirken ekmek al” mesajında…
Gözlerim kıpkırmızı…
İyi misin dediğinde on iki yıllık kocam, oğlumun babası, aşkım bana…
Sadece “Bu topraklarda yaşayanların ne kadarı hak ediyor burayı?” diyebildim. “Ve onlar hak edense eğer, burası hepimizinse ve bu onların var olma şekliyse… Ben buraya ait değilim”.
Haktan anladığını kanla anlatanlarla aynı havayı soluyamam.
“Ne haliniz varsa görün” deyip, gidemem de…
Kendimi ait hissedebileceğim tek yerdeyim.
Bu topraklar, eşkıya peşinde koşarken vurulup son nefesinde nişanlısını arayan, kendi kanında boğulurken “Vatan sağ olsun” diye haykıran erin.
Oğlunun tabutuna sarılıp, “Bir oğlum daha var, onu da yollayacağım” diye ağlayan annenin
Uçurtma yapmayı öğrettiği yavrusunu gömerken dik durmaya çalışan babanın.
Hani Amerikalıların hep dediği gibi; “Politik olarak doğru konuşmak adına birbirimizi ötekileştirmeyelim” diyen aydınlarımız var ya…
Tamam ötekileştirmeyelim, birbirimizi doldurmayalım, kana kan demeyelim ama…
Yüzü mosmor bir kadın içimde, avazı çıktığı kadar bağırıyor, yüzlerine tükürüp “Bu vatan benim!”
Her haberle daha çaresiz…
“Ne haliniz varsa görün” deyip, gidemem de…
Kendimi ait hissettiğim tek yerdeyim…