Öncellikle yeni yazım burada:
HAFTADA 3 KEZ ?
http://www.anneboyutu.com/Yazar-Detay.aspx?ArtId=6430
Ve yeni yazım;
BAZEN MASAYA ÇIKMALI
Ekibe fındık fıstık atmayın
1989 yapımı Dead Poets Society’nin (Ölü Ozanlar Derneği) bence en etkileyici sahnelerinden bir tanesi, buram buram disiplin kokan o okulda, masanın üzerine çıkıp -bir müddet hiç kimse ona katılmasa da- masanın üzerinde tek başına duran öğrenci sahnesi.
Bazen masaya çıkmak gerekir…
Sevgili okur elini vicdanına koy (koydun mu?) dünya tatlısı bir insanım aslında. Neşeli, esprili, heyecanlı… Gerçekten (ama gerçekten) benimle bir arada olup sıkılmak için gülme engelli falan olmak lazım. Sinir bozucu, aşırı hareketli, ve zaman zaman agresif bir ego manyak gibi davransam da, kesinlikle eğlenceli bir insanım.
Ancak böyle düşünmeyenler var sanırım. Çünkü beni şu anda çalıştığımız plazadan Video-Müzik ofisinin olduğu yere göndermek istiyorlar.
Aslına bakarsanız bana “siz gitsenize oraya” denene kadar ben de oraya geçmek istiyordum. Şimdi “git” dediler ya ters tepti “kesseniz gitmem” moduna bağladım. Çünkü neden göndermek istediklerini biliyorum.
Çok “gürültü” yapıyorum.
Bağlı olduğum yönetici (M. Öneş) bana “seni aslında oraya yollamamız lazım, çok çekim yapıyorsunuz, stüdyolara yakın olun” dedi.
Ben: Niye ki?
Öneş: Çok çekim yapıyorsunuz, stüdyolara yakın olun.
Ben: Niye ama?
Öneş: …. Çünkü çok çekim …. Neye kitlendin yine?
Ben: Benden kurtulmak istiyosun dimi? 3 ayda gözüne battım. Çok ses yapıyorum diye dimi? Gülüyorum diye dimi? Kim şikayet etti?
Öneş: Kimse şikayet etmedi. Şikayet etmesi de gerekmiyor. Sırf diğer editörler rahatsız olmasın diye sizi camekânlı bölmeye aldık, bu sefer de kapınızı kapatmıyorsunuz. Ben duymuyor muyum sizden gelen kahkaha seslerini!
Ben: Kapıyı kapatalım, gülmeyelim, duralım öyle camekânlı bölmede siz arada fındık fıstık atın bize. Suyumuzu değiştirin falan. Bu mudur? Bizim vicdanımız rahat! Gülmek için önce rahat bir vicdan gerekir, işimizi hakkıyla yapmanın huzuru içindeyiz. Bunu ben değil Nietzsche diyor bu arada!
Öneş: ……..
Ben: Gitmiycem, kesseniz gitmem. Duracam burada böyle, ızdırap heykeli gibi duracam. Gelip odanda kahkahalar falan atıcam, manik gülücem. İsteyen rahatsız olsun! Şikayet formu doldurtsun bizim cama yapıştırsın. İlk fırsatta değerlendirmeye alırız illa ki.
Öneş: Sen nasıl bir hayal dünyasında yaşıyosun Mehtap! Kimsenin bişi dediği yok, çok sık çekim yapıyosunuz, stüdyolar aşağıda…
Ben: Burada, bu ölü ozanlar derneğinde, gülmeyi unutmuş insanların arasında ben olmasam ne kadar canın sıkılır hiç düşündün mü? Burada benden başka kim var masaya çıkmış? Hı? Ben gittim mi ne kalıyor geriye? Atlaslar? Kimin kahkahaları çınlayacak koridorlarda? İbrahim ne kadar yalnız kalacak hiç düşündün mü? Kim rahatsız edecek İbrahim’i? Serkan’ı kim sinirlendirecek? Seçil’i kim asansörde son dakikada taciz edecek? Kim “Mısra mısra mısra” diye dolanacak? Kim?
Öneş: ………
Ben: Kim durduk yere odana girip, tavana bakıp, hiçbir şey söylemeden tekrar dışarı çıkacak. Kim şikayet ediyor beni?
Öneş: Hakikaten neden yapıyosun onu? Korkuyorum öyle yaptığın zamanlarda! Tavana bakarken gözlerinin beyazı çıkıyor.
Ben: Düşünüyorum ben o an. Kim şikayet ediyor beni? Kelimeler bir kifayet bulabiliyor mu beni anlatmak için?
Öneş: Neden böylesin sen? Hep mi böyleydin?
Ben: Ben işimi çok iyi yapıyorum.
Öneş: Ona bişi demiyoruz da bi tuhafsın farkındasın dimi?
Normal bir çalışan için bu “bir önlem almaya başlamak” için doğru zaman olabilirdi. Yani “çok gürültü yapıyorum diye beni ekibimle başka binaya yollayacaklar” diye düşünüyorsan, gitmemekte de kararlıysan, sesi küçültmeyi deneyebilirsin. Dimi?
Ama ben mail yazmaya karar verdim.
“Sayın Öneş,
Az önce bir espri oldu. Ben de üzerine bir espri yaptım. Çok güleceğimiz geldi. Ancak endişe içerisindeyiz, gülüp burada birilerinin duygu dünyalarını falan altüst etmek istemiyoruz. Hisler dalgalanmasın, zenler fenk şuiler bozulmasın, iç dünyalar karmaşalara gark olmasın. Her şey tamam ve yolundaysa, biz gülecez. Uygun mudur? Atlas yapan editörler müsait mi? İşini seven, mutlu insanlar görmek kimseyi germeyecekse sizden işaret bekliyoruz, kahkaha atasım geldi.”
Cevap gelir.
“Ruh hastası!”
Aslında genel olarak sevildiğimi düşünüyorum ki kabul ediyorum insanların benimle ilişkilerinde ara yol pek olmaz. Ya severler, ya nefret ederler. Yöneticilerim seviyorlar sanırım yoksa işe almazlardı diye tahmin ediyorum.
Bunun dışında bu devirde neşeli olmak o kadar da iyi bir şey değil. İnsanlar kendi mutsuzluklarını düşünüp senin basit şeylerden mutlu olabilmenden rahatsız olabiliyorlar.
Öneş şikayet olmadığını söylüyor ama ben çok emin değilim.
Ancak buradan bu vesileyle şu açıklamayı yapmak isterim. Benim duygularım uçtadır biraz bunu biliyorum. Sevinçlerim, öfkelerim, üzüntülerim, mutluluklarım, kısaca duygularımı uçlarda yaşarım. Bu benim yazı yazan, kitap yazan, senaryo yazan, skeç yazan tarafım. Çünkü yaratıcı insanlar biraz kaçık olurlar kabul edin. Hele ki bu yaratıcılığı mizahta şekil bulan birinin sivrilikleri olmaması mümkün mü? Öte yandan son derece (ki bunu hepiniz-herkes biliyor) hırslı, çalışkan, iddialı, tuttuğunu koparan, bir işi bağlayana dek kovalayan, aynı anda birkaç ayrı projeyi bir arada yürütebilen, ekibine sahip çıkan, ekip ruhu nedir bilen, hem tatlı hem sert olabilen bir yöneticiyim.
Yani hem uygun fiyatlı, hem cam kenarı, hem şoför arkası, hem bayan yanı koltuk diye bir şey yok ne yazık ki.
Benim gibi insanlar benim gibi oluyorlar. Hem hırslı, hem çalışkan, hem zeki, hem iyi yönetici, hem iyi yazar, artı üç piksele beş piksel gülen dedi mi görüntü kayıyor.
Havasızlıktan ölmek pahasına gülmeden önce elimle ağzımı kapatıp, yerimden kalkıp, kapımızı kapatmak gibi bir alışkanlık geliştiriyorum ama bu her iki patronumu da çok sevdiğim için. Bunca işlerinin arasında bir de “Mehtap gülüyor” sorunsalıyla uğraşsınlar istemiyorum.
Ve herkese ağzının dolusunca gülebileceği mutlu bir yaşam diliyorum.
Hayat çok kısa, bir araba çarpımlık canımız var.
Kendinizi çok ciddiye almayın.
Gülün…
En azından biri masayı altınızdan çekene kadar…
Mutlu anlarınız yanınıza kâr…