Her iş gibi bizim işimiz de dışarıdan göründüğünden ibaret değil. Çok yorucu, üzücü ve hırpalayıcı tarafları var. Bir kere medya başlı başına yırtıcı bir sektör olduğu için inan sevgili okur “Ben napıyorum? Bir köye gitmeli, domates biber ekmeli.” dediğim zamanlar hiç de az değil. Ancak, okur buluşmaları bu işi yapılır kılan, köye yerleşmemizi -en azından bir süre daha- erteleten zamanlardan.
Cumartesi Ankara’daydık. Ankara’daki okurlarımızla bir araya geldik. Çok acayip bir durumdu gerçekten. Şunu itiraf edeyim, sıklıkla okurlarla bir araya gelmemize rağmen her seferinde, çok heyecanlanıyorum. Gülümseyerek bize bakan, cin gibi pırıl pırıl anneler, kadınlar, ortalıkta koşturan dünya tatlısı kızlar, oğlanlar… Sanki herkes birbirini yıllardır tanıyor gibi bir durum var ama herkes birbirini tanımaya çalışıyor aynı zamanda.
Ben: Merhaba, hoş geldiniz, ben Mehtap.
Bahar: Biliyorum. Ben de Bahar, Duru’nun annesi, Bahar Çolak Othan.
Ben: Biliyoruumm, ben de seni tanıyorum, yorumlarını biliyorum.
Bahar: Evet o benim, bak bu da Duru işte…
İnanılmaz bir duygu bu sevgili okur. Her hafta senin yazılarını okuyan, sana yorum yazan, seninle gülümseyen, baban hastayken geçmiş olsun diyen, bir yerde dert ortağın olan, hiç yüzünü görmediğin insanlarla sımsıkı sarılıyorsun. Beni çok mutlu eden, heyecanlandıran bir şey bu okur buluşmaları.
Fakat bu sefer beni çok duygulandıran bir şey oldu. (Lanet olsun isim hafızama, lanet, lanet, lanet! Bir şey kullanmam lazım bunun için, bir vitamin, serum, beyin nakli, ne olursa.)
Çiğdem (değilse beni düzeltin) geldi yanıma. “Ben senin her yazını okuyorum ve hiçbir yazına yorum yazmadım henüz. Adımı ya da e-mail adresimi bilmiyorsun. Ama her yazını okudum ve çok seviyorum seni.” dedi. Sonra da çantasından kitaplarımı çıkarıp “Yanlış anlamazsan kitaplarını getirdim imzalar mısın?” dedi. Ve Birgül (isimler hatalı geliyorsa yalvarırım beni affedin ve düzeltin) “Ben de getirdim kitaplarını, imzalar mısın?” deyince… Çiğdem “Sana minik bir masa süsü getirdim, cam bir horoz. Kızma ama bana seni hatırlatıyor, sen de horoz gibi kabarıyorsun ya ara sıra” dediğinde… Figen “Annem turşu yapmıştı, taşıyamazsınız diye az veriyorum, tadımlık ama bir ye bak bayılacaksın” deyince…
Ben duygularını hem çok uçta hem de karmakarışık yaşayan bir insanım (her sanatçı ve edebiyatçı gibi!). Misal; duygusallık, “Bırak gözünden dökülsün yaşlar, doya doya yaşa hezeyanlarını” modeli bana ters çünkü öyle yetişmedim. Duygusallaştığım zamanlarda şamataya boğuyorum durumu, üst üste espri yapmaya başlıyorum. Tıpkı hayal kırıklığına uğradığım ve çok üzüldüğüm zamanlarda ağlamaya başlamadan önce, (hissettiğim üzüntü değil de öfkeymiş sanki) avaz avaz bağırmaya başlamam gibi. O an aklımdan geçen “Bunu bana nasıl yaparsın, çok üzüyorsun beni” olduğu halde ağzımdan “Patla inşallah beyinsiz” gibi bir şey çıkıyor. Hissettiğim halde hissetmekten sıkıntı duyduğum bir duyguyu (duygusal olmayı kendime yakıştıramıyorum sanırım) başka bir duyguyla ifade ediyorum niyeyse.
O yüzden okur buluşmaları çok acayip yapıyor beni. Ve Ankara buluşması bu anlamda olağanüstü etkileyici geçti. Kendi adıma şöyle tespitler yaptım, benim okurum gerçekten cin gibi, çok zeki. Şakadan şamatadan iyi anlıyor. En güzel örneği ben orda annelerle sohbet ederken aniden araya girip bana “RUS!” deyip kaçan (bakınız bir önceki yazım) harika anne gibi. Seni alnından öpüyorum arkadaşım, budur! Ya da bana son derece kısık sesle bir şey söyleyen annenin söylediğini dönüp bağıra bağıra söylediğimde (bak yazmıyorum gördün) “Eh yani Mehtap, iyi ki kısık sesle söyledim!” diyen anne gibi.
Ankara (okur demeyelim artık) dostlarımızdan ayrılırken muhabbet şu hale gelmişti. “Bir daha gelelim, kadınlar matinesi yapalım, meşhur bir Tunç var o çıksın sahneye, şarkı söyleyelim, göbek atalım.”
Havaalanına dönmeden önce otelde bir kahve söyleyip bu tip durumlarda hep yaptığımı yaptım. Yeniden yeryüzüne dönmek için akrabalarımdan birini ararım mutlaka ve Ankara’daki kuzenimi, aradım. Akrabalarım gerçekten dünya tatlısı insanlardır ama ne yaptığımla zerre alakadar olmazlar ve bu beni ben gibi tutan özel şeylerden biridir.
Ben: Cemil naber? Ankara’dayım oğlum! Sen nerdesin?
Cemil: Çankaya tarafındayım arkadaşlarla, sen napıyosun burda abla? Evde misin annemlerle?
Ben: Yok oğlum ya, Dedeman’dayız. Okur buluşması vardı, dönüyoruz birazdan.
Cemil: Ne okuru?
Ben: Yazı yazıyorum ya ben çocuğum, okurlar var ya.
Cemil: ……. Ha…. Abla yazı yazıyodun sen dimi…… İyiymiş…. Bi dahakine kalmalı gel akşam içmeye gideriz.
Ben: Eşşek sıpası! Oku ulan yazdıklarımı!
Cemil: Abla kapıyorum, kız geldi, kıskançlık yapmasın şimdi kimle konuşuyodun diye.
Ben: Ne kızı? Oğlum kim o kız? Öyle özgüvensiz bişeyi alıp gelme önüme evlenecem diye! Hiişt! Bana bak! Cemil!
Cemil: ÇTONK!
Ben: CE-MİİİİİİL !!!!!!!
Günün özü; bizi takip eden herkes ama herkes -yorum yazan yazmayan, ismini bildiklerimiz bilmediklerimiz- herkes bir harika. İçten, pırıl pırıl, tertemiz, samimi… Sizlerle bir arada olmak bizim için büyük şans, büyük onur. Hepinizin yüreğine, ayağına sağlık, hafta sonu evlerinizden çıkıp, bizler için geldiniz. Bizi ne kadar mutlu ettiğinizi, moralimizi ne kadar düzelttiğinizi anlatacak kelime yok.
Cuma akşamı işimiz uzadı bizim. Pınar’da (Reyhan) ben de eve döndüğümüzde çocuklarımız çoktan uyumuştu. Cumartesi sabahı evden çıkarken de uyuyorlardı. Cumartesi akşam eve dönerken ikimiz de kocalarımızı arayıp, varla yok arası ses tonlarıyla “Yani, uykusuz kalmasınlar tabi ama, yani, eğer uykuları yoksa dursunlar biraz, nasılsa yarın Pazar, hani biraz geç yatmak isterlerse, görmüş oluruz eve geldiğimizde.” diyorduk.
Yine de içimizde bir heyecan, bir mutluluk.
Sizi gördük, size sarıldık ya, her şeye değdi gerçekten.
Çok teşekkür ederiz bizi kalbinize kabul ettiğiniz için.